BUMERANG

Bumerang - Yazarkafe

19 Ocak 2015 Pazartesi

Ankara Ankara Güzel Ankara..

Aylardır aklımdaydı Ankara..
Bir gitsem de görsem ATAM'ı, dolaşsam Ankara sokaklarında  diyordum.
Yesem ayazını böğrüme böğrüme de aklım başıma gelse :) 

 
Ha gittim ha gidicem, bayram geçsin, havalar çok sıcak azıcık serinlesin, sınavlar bitsin gideyim, tezi toparlayayım da bir, aa havalar soğumuş, aman dur şu yağmur dinsin, kar yağdı yağacak derken derken bi bakmışım ben belki de Ankara'ya en gidilmeyecek zamanda gitmişim. Hani kar yağmazdan evvelki zulüm dolu dadikaların sahibi o ayaz mı ayaz uyuz mu uyuz bir vakiti tam gözünden vurmuşum. 
Oh sefam olsun! 
Canım sağolsun! 

Yiyene doy diyemem, gezene dur diyemem! Kendim geziyorsam da durudurulmayı sevmem :) Gitme kararını verdim ama bana da birileri eşlik etsin değil mi :) Zaten babamın askerlik arkadaşının evinde kalacağım bari annemle babamı da götüreyim sohbet muhabbet, anılar, bebeler kaptırıp gideriz diye düşündüm. Zira öyle de oldu.
Ver elini Ankara dedik sonra, koyulduk yola..


İlk molada acıktık haliyle yemek ne yesek diye düşünüyorum. Baktım mekanlara, gözüme bir susurluk tostçusu ile ismini vermek istemediğim bir hambörgıcıyı kestirdim. Nasılsa ben habire dışarıda canım ne çekerse yiyorum, sorayım dedim bizim minnoşlara "Ne yemek istersiniz" diye. İçimden de diyorum annem sabahtan akşama sağlıklı nasıl beslenilir, hangi otu kaynatıp içmeli, radyasyonun zararları konulu programlar seyrediyor. Babam da alaturkadır, böreği, poğaçayı gömüyor da gıda boyalı, yapay malzemeleri yemiyor evde diye düşünüyorum. Neyse zaten tostçuya gideriz kesin diye düşündüm ama yine de seçenek olsun diye atmosfere şu soruyu saldım: "Susurluk Tostçusu mu hamburgerci mi?" İkisi de aynı anda ve tereddütsüz şu cevabı verdi "Hamburger tabii ki!!!". Derin bir nefes aldım "Anneaea!" dedim. "Hani ya organik kaşar, köy ekmee, mis kokan Susurluk ayranının hatrı? Hani siz fast fooda karşıydınız?" Nidalarım havada kaldı. Babam çoktan oturmuş da hangisinden yesem diye düşünüyordu. Ben de bunlara ceza olsun diye "iki menü şu fiyata"lardan aldım. Patatesleri ketçaba mayoneze daldırırken bu küçük yavrularımı tekrar eski günlerdeki gibi haşlanmış sebze ve ev yoğurdu ile besleyeceğime dair söz verdim. (O söz tutulamadı :( : )


AŞTİ'nin yolları taştan! İlk iş adı ne hikmetse EGO olan bizim akbillerin Ankara versiyonunu aldım 5 TL'ye. Paraya kıydım içine de 15 TL yükledim :) Sonra ver elini DİKİMEVİ durağı! Zaten aile dostumuzun evi bu durağa 3 dk'lık mesafedeydi. Çok rahat ulaştık. İlk gün hal hatır sormaca, anıları anlatmaca, gülmece, hasret gidermece ile geçti. O akşamdan aklımda kalan anektodu kısaca paylaşayım. Babam Tekel'de çalışıyordu eskiden. Askerlik arkadaşı Memduh Amca'nın yolu nasıl olmuşsa İstanbul'a düşmüş. Gelmişken babamı görmek istemiş. Gitmiş Tekel'e.. Babam yerinde yokmuş. Arkadaşlarına söylemiş sonra ayrılmış oradan. Dolmuşa atlayıp Florya'ya gitmiş, denize girmiş, dönmüş Sultanahmet'e. Eee o vakitlerde cep telefonu yok, nasıl bulacaksın arkadaşını.. Babam Memduh Amca'nın geldiğini duyunca gitse gitse Sultanahmet'e gitmiştir diye düşünmüş, Sultanahmet kazan o kepçe aramaya başlamış. Bir de bakmış ki Memduh Amca dolmuşla tam önünden geçiyor. Seslenmiş arabayı durdurmuşlar, birbirlerine kavuşmuşlar o kadar imkansızlıklara rağmen. Diyeceğim o ki, gönüller bir olduktan sonra her türlü engel aşılır, diyeceğim o ki soğuk moğuk dinlemem o Ankara'ya gidilir böyle :)

Mis gibi kokan misafirlik yatağını ne de çok severim. Öyle yerimi yabancılamam ben. İş ki bana gezme olsun :) Sabah kahvaltıda yemek borumuza kadar doyurulduğumuz için benim mekan keşifleri hayalim bir miktar suya düştü. Oysa arkadaşlarımdan onca tavsiye almış, uygulamak için can atarken misafirperverlik kurbanı olmuştum :(

Memduh Amca'nın çok tatlı bir terzi dükkanı var. Onu ziyaret etmeden gezmek olmazdı. 

 
Duvarda abimin bebeklik resmi asılı hala..  Sağ alttaki bebe abim oluyor :) (Bebe falan iyice Ankaralı olmuşum ben :) Ahh ne hatırşinastır Memduh Amca! 


Yıllarca bu vatanı nasıl refaha taşırız diye kafa yormuş Memduh Amca, okumuş, araştırmış, milletvekillerine, valilere, belediye başkanlarına mektuplar yazmış, fakslar çekmiş.. Hepsi sonuçsuz kalmış. Her gelen kendi türküsünü tutturmuş, her giden ülkenin bir kanadını kırmış da götürmüş.. Bal tutan direkt balı yemiş de kimsenin sesi çıkmamış, çıkamazmış. Falan fişmanmış..

Cebeci Stadyum'unun yakınlarındaki Sema Terzihanesi'ndeki şirin dakikalardan sonra ilk durağımız Hamamönü oldu. 

 
Bilimum heykel ve kulelerin önünde fotoğraf çekinip, sokaklarında salınıp Mehmet Akif ERSOY'un Evi'ni ziyaret ettik. 

 

Hemen oradan kendime şöyle güzel yeşil bir eldiven aldım. Ahh bu soğuk memleketler.. Erzurum geldi aklıma. Hep aynı aslında. Atkı, şapka ve eldivenin triple dansı!


Sonra Ankara Kalesi'ne doğru yol aldık. Koyunpazarı boyunca güzel hediyelikler satan mağazalara, otantik kafelere ve kendi halinde esnaflara rastladık. 

 

Visa Kartının geçerli olduğu ayakkabı boyacısı sandığı satan dükkanlar var, öyle böyle değil yani :) Hani biri gelse "Ağbi bizde Mastercard var, kaça olur bu bize" dese beriki, "Abijim benim malım sana yaramaz, biz vizaynan çalışıyoz" diyecek sanki öteki! Önündeki permatik de pek ironik :)

 

Ayağı üşüyenlere el örgüsü yün çoraplar.. Ayıptır söylemesi babama yün içlik de aldık yol üstünden. Yaşlı başlı adamı aldık getirdik ayazın ortasında Ankara'ya, sakata gelmeyelim diye :) 

 

Önce kaleye tırmanıp Ankara'ya tepeden baktık, baktım..
Bakarım ya ben hep..
Gözlem yaparım..

 
Bir zamanların kendi halinde Anadolu kasabası Ankara'nın kaderini değiştiren Milli Mücadele yıllarımız ve Atatürk.. Ankara'ya değer veren, hizmet götüren, adını duyuran ve onu başkent yapan Adam, ATAM. Ankara'nın hiçbir özelliği güzelliğini olmadığını varsaysak da sırf ATAM'ın hatrı bile yeter onu sevip saymak için. Ankara çağırdı beni, gel dedi! 

 

Geldim ben de! Eeee oturmaya mı geldik?
İstikamet Çengelhan Rahmi Koç Müzesi

 
Kanuni Sultan Süleyman zamanında yaptırılan, eskiden At Pazarı olarak anılan mevkiide, Ankara Kalesi'nin karşısında inşa edilen Çengelhan, 2005 yılında bir dizi restorasyon çalışmasından sonra Rahmi M. Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı tarafından müze haline dönüştürülerek hizmete açılmış. 

 
Üst katında Atatürk, kara yolu ulaşımı, havacılık, raylı ulaşımı, denizcilik, bilimsel aletler, oyuncaklar, iletişim ile ilgili kıymetli materyaller sergileniyor. 

 
Bu sevimli oyuncaklar mutlu etti beni, eskinin oyuncakları bile daha güzel! Ama tabii bunlar hep zengin çocuğu oyuncakları.. Yemeye ekmek bulamayan insanların mazlum çocukları nerede bulacak böyle oyuncakları? Bu bebeklere verilecek parayla masa, sandalye, divan alırlardı kendilerine belki..  
Hayat parası olana mı güzel ne!  
Neyse yine zenginin parası benim çenemi yordu, nazar etmeyeyim ne olur, çalışayım benim de olur :)
 

Çengelhan'ın alt katında ise bakırcı, şapkacı, marangozcu ve saraç dükkanının bulunduğu esnaf sokağı bulunuyor. 

 

Bal mumundan bu amcayı sahici sandım ya ben (Köyünden çıkma imkanını 70 yaşında bulmuş, her gördüğüne yarım saat şaşıran teyze sendromu :) ! Bi şaşırmalar, sağdan soldan bakmalar, efendim 15 saniye aynı noktaya bakmalar, hani kıpraşırsa gözümden kaçmasın diye! Çay da çok sahici ama! Tam elimi uzatacaktım sonra kendi kendime di gett dedim,  onca artizleniyon çok gezerim diye, bal mumundan adamı sahici sandın dakkada!


Merdivenlerden aşağı indiğinizde de tıp,eczacılık ve tarımla ilgili koleksiyonları görüyorsunuz. 

 
Çengelhan'ın içinde Divan Grubuna ait bir de restoran var. Tarihi ortamda özel bir yemek için tercih edilesi..

 
Çengelhan Hatırası yazan klasik siyah örtünün önünde fotoğraf çekinip handan ayrılıyoruz..

 

Kale içinde yokuşu tırmanırken gözüme kestirdiğim bir kafe vardı, Gramofon Cafe.. 

 

Buraya muhakkak geliriz diyerek gözüme kestirmiştim zaten. 

 

Etrafa nostaljik melodiler yayan mekana daldım hemen. Dışarıdan ufacık sanıyorsun ama gayet de geniş bir alana sahip. Tam ortada yer alan dev sobaya yapıştırdım kendimi, beni oradan ayıramadılar :)

 

Utanmasam ekmek verin de şunun üzerinde kızartalım diyecektim :) İçerisi renk renk gramofonlarla, pikaplarla, eski telefon, televizyonlarla, plaklarla, film afişleriyle bezeli. 

 

Herşey bir kenara Atatürk Köşesi beni benden aldı! Tam da onun önündeki masa boştu bereket versin. Biz de oturuverdik.


Plak şeklindeki menüden sahlepi seçti gözüm. Buz gibi Ankara günlerinde sahlepten güzel ne olabilir ki? 

 

Fonda çalan müzikler beni benden aldı. Ninü durur mu hiç keşfe çıktı hemen. İç kısımda oldukça geniş bir Orhan GENCEBAY köşesi var. Anladığım kadarıyla mekan sahibinin Orhan GENCEBAY'a karşı ekstra semptatisi var. 

 
Zaten duvarlarda asılı gazete yazılarında da bu durumdan bahsediliyor. Kafenin böyle manalısı, hikayelisi ve sıcacığı makbuldür. Gramofon Cafe bize hepsini sağladı.

O kadar çok gezdik ki tıka basa doyduğumuz kahvaltının peşine yeniden kurt gibi acıktık. Yürüyerek Ulus'a indik, Opera Binasının önünden atladık otobüse Kuğulu Park'a vardık. Hava buzz. Ben kuğularla selfi falan yapmaya çalıştım ama sonradan farkettim ki arkamda poz veren elemanlar ördekmiş :) 

 

Bize Kuğulu Park deyip de orada sanki sadece kuğu varmış algısı yaratanlar utansın :) 

 
 Sonra annem dedi ki "Kuğu zarif hayvandır, öyle 'sallım süllüm' gezinmez ortalıkta, münasip vakit kollar da çıkar gelir." bu kelamın sonuna nokta konulduğunda köşeden bir kuğu "kuğu gibi süzülerek" geldi. Sonra bir tane daha! Biz üçümüz "aynı kadraja nasıl sığarız"ın hesabını yaparken Büşra isimli çok tatlı bir kız yetişti imdadımıza. Hatta o da yanımızda durup poz verdi, arkadaşı çekti fotoğrafı :) Tam benim yapacağım hareketler :) Büşra burdan sana sesleniyorum, İstanbul'a gelirsen bul beni ben de senin fotonu çekerim Kız Kulesi'nin önünde :)

Ankara'ya gelmezden evvel Mekanist Gezgin&Guru arkadaşlarımdan evvel yeme içme tavsiyeleri almıştım. Tunalı Hilmi Caddesi'ndeki Duble Döner'i tavsiye edenler olmuştu. Hazır yaklaşmışken ve hazır nihayet acıkmışken mekanı değerlendirelim dedik. Mekanın sadece dışarıda masası var, iç kısmı yok. Bu, Ankara gibi soğuk bir memlekette üzgünüm ama dezavantaj. Cheddarlı 150 gr'lık döneri tercih ettik. Patatesler inşaat temeli gibi dizilip üzerine döner yerleştiriliyor. En üste de cheddar peyniri dökülüyor. Dev bir tahtanın üzerinde turşu ve domates dilimleri eşliğinde sunuluyor. Alttan yukarı doğru gidecek olursak patatesler çok lezzetliydi, döner de harikaydı ve hatta turşu da. Ama cheddarı o kadar çok dökmüşlerdi ki, alttan cheddara bulaşmamış dönerleri ararken elmas madeni bulmuşum :) Şaka bir kenara sıcacık dönerin üzerine buz gibi hazır cheddar sosu dökünce hem döneri soğuttu hem de aşırı ağır oldu. Size tavsiyem mekana giderseniz direkt döner yiyin. Cheddara bulaşmayın :) Bu arkadaşın porsiyonu 23 küsur TL idi. 

 
Zaten şu dünyada porsiyon dönerin ekmek arası dönerden epey pahalı olmasını hiç anlayamamışımdır! Aynı gramajı ekmeğe koysan 10 TL, tabağa koysan 20 TL. Ne yani bulaşıkçının parasını bizden mi çıkarıyorsunuz :) Bu sözlerim Duble Döner'e değil ama yanlış anlaşılmasın, çünkü onlar zaten tabakta değil tahtada sunuyorlar ;)

Annemle Sevim Teyzeyi kenara çektim. "Di haydin" dedim. "Siz eve dönün, babamlara yemek hazırlayın, ben Ankara'da kendime sanatsal ve kültürel dakikalar yaşatmak istiyorum." Daha gelmeden evvel planlamıştım Ankara'da tiyatroya gitmeyi. Annemleri yolladım, Tunalı Hilmi'de salınmaya başladım. Şöyle şirin bir kafe bulayım da tiyatro planımı gerçekleştireyim diye düşündüm. Cafe Stockholm dikkatimi çekti. İçerisi oldukça kalabalıktı. Ağırlıklı olarak öğrenciler vardı. Ankara'da öğrenci olasım geldi. Biz Palandöken Dağlarında donarken demek ki Ankaralı öğrenciler Stockholm'de bitki çayı içiyorlarmış heee. Eshefle kınadım onları :( Baktım herkes kendi halinde, dedim burası kesin self servis! Öyleymiş zira. Amacım kahvemi içip biraz ısınıp kendime bir devlet tiyatrosu bulmak. Çalışanlarla geyiği başlattım. Eeee bu geyik bir şekilde dönecek, yanımda biri yoksa elimizde kim varsa onunla devam edecek "Geyik Must Go On" :) Ha benim tosunuma, ha benim Ninüme! Çocuklar bir taraftan espriklerime gülüp diğer taraftan da en yakın tiyatroyu tarif ettiler. Meğerse Şinasi Sahnesi tam da o kafenin arka sokağındaymış! Yerime oturdum, akıllı telefonuma dokundum, içinden bir cin çıktı. "Dile benden ne dilersen!" dedi. "Bana Şinasi Sahnesi'ndeki "Alacaklılar" oyununu önlerden bi bilet lütfen!" dedim. "Hımm, evet birileri rezervasyonunu iptal etmiş, 2. sıradan biletini ayarlıyorum, seni çakaaall, kocaman olmuşsun hala öğrenci indiriminden faydalanıyorsun, 6 TL de neymiş?" dedi. Cin'le fazla yüz göz olmadan telefonun aklını aldım, kapadım gitti! Sonra da tiyatro vaktine kadar Zülfü Livaneli'nin "Engereğin Gözü" isimli romanını okuyarak ve kahvemi yudumlayarak keyif yaptım :) "Allaam ne kadar da entellektüelim!" diye de kendi kendimi pofpofladım :)

Tiyatro başka bir dünya! Sahnenin kokusu ne güzel! Ankara Devlet Tiyatrolarının oyuncularının profesyonelliği takdire şayan. Soluksuz seyrettim. Biraz da psikolojik, az oyunculu, çok konuşmacalı oyunu. 

Öyle rahattım ki Ankara'da! Sokaklar güvenliydi geç vakitlerde bile (benim gezdiğim sokaklar tabii ki). Gece 10 buçuk olmuştu. Bir taksi ile hooop Kızılay, sonra ver elini Ankaray hooop Dikimevi!. Eve vardığımda beni zaferle karşıladılar. Evde yine ağzıma meyve, tatlı tepildi tabii, onlardan ayrı geçen dakikaların intikamı alınmalıydı!

Ertesi günü ATAM'a gidecektim, erken yatsam iyi olurdu. Sabah yine düştüm yollara.. Önce Kızılay'a geldim sonra arkadaşımla buluşup Anıtkabir'e doğru yol aldık yürüyerek. 

 
ATAM'a giden yollar çok sevdiğim bir arkadaşım için manevi değeri olan çitlenbik ağaçlarıyla doluydu. Hava daha da soğudu, Anıttepe'de buz gibi hava esiyordu. Ama olsundu, Ankara'ya asıl gitme sebebim O değil miydi? 

 
İçimdeki utanç gitgide büyüyordu. 10 sene olmuştu Anıtkabir'e geleli. Nasıl olurdu da ATAM'dan bu kadar sene ayrı kalırdım. Evet o hep aklımızda ve kalbimizde ama bazı ziyaretler özeldir. Tam Anıtkabir'in önüne geldiğimizde askerler nöbet değişimi yapıyorlardı. 

 

Biri dokunsa ağlayacak olan ben kimse dokunmadan başladım incileri dizmeye. Ben ATAM'a göz yaşlarım donarak gittim! 

 

Merdivenleri tırmanırken çemkiriyorum bir taraftan, "o anıt onun mezarı değil ki ben sahicisini istiyorum" diye. Yine de önünde bir fotoğrafım olsun istedim. Baktım minicik çocuklar Ata'larına gelmişler, fotoğraf çekiniyorlar.. Çocuklar, bir de çocuk gibi ben. 

 
Asker abilere özeniyorum hep Onun yanındalar diye, kıskanıyorum! Hepsi Anıtkabir'de olmanın kıymetinin farkında, gururla yapıyor görevini. Dimdik duruyorlar! İçerideki sivil askerler çocuklarla ekstra ilgileniyor. Ne sorsalar sabırla anlatıyor, sevgi ve şefkatle uğurluyorlar çocukları. Ben de çocuğum, ama içimden! 

 

Anıtkabir'de ben 10 Kasım'da ağlayarak şiir okuyan bir ilkokul öğrencisi gibi davranmaktan alıkoyamadım kendimi. İçimden söylenerek geziniyorum "ATAM yine gelsen ya, bizi kurtarsan ya!" diye. 

 

İnsanlar geliyor arkadan, devam etmem gerekiyor. Şener Şen bir filminde nikah şekeri toplayabilmek için kılık değiştirip habire gelinle damadı tebrik ediyor ya, onun gibi bir haldeyim. Bir daha geçsem önünden diye hesap kitap yapıyorum.


Neyse bir şekilde müze kısmına geçtik. Savaş canlandırmalarını daha evvelden dikkatlice incelediğim için bu sefer fazla takılmadım. Yağlı boya resimlerine baktım yeniden ve ATAM'la selfi çekindim. En onurlu selfi diye de notumu düştüm. 

 

Sonra bir yere geldik, Atamızın naaşı bu duvarın arkasında dediler. O duvarın arkasına nasıl geçeriz diye düşündüm ama kuralları çiğneyecek halimiz de yoktu! Mızıklanmaya başladım yine, "madem göremicez ATAM'ı hadi gidelim artık" diye. Tavşan dağa küstü bildiğin, dağın haberi yok tabii! Son olarak hatıra defterine not yazmak istedim. Yine oldum mu sana ilkokul 3. sınıf öğrencisi! Yaka tak okula yolla, o derece! Bu sefer de kişilere ayrılan yerin kısa olmasından şikayetlendim. Ben belki destan yazıcam! İçimi dökücem belki, onca birikmişim var içimde. Neyse yine ardımda bir kuyruk oluştu, ben nereye gitsem peşimden geliyorlar zaten :( 


Yine bir nöbet değişimi eşliğinde Anıtkabir'den ayrıldık. Anıtkabir'in altında askeriyenin işlettiği kantinde birer çay içip nefis börekler yedik. Ağzım dolu konuşmaya çalışıyorum utanmadan, öbür elimde kağıt bardakta çay. "Niye giremiyoruz biz o bölüme yaa, yani Atamıza niye yaklaşamıyoruz ki!" gibisinden. Akıllanmayacağım ben! Süklüm püklüm dönüyorum el mahkum. 

 
Anıtkabir'den ayrılırken gökyüzü çok değişik bir hal aldı. Hava boz bozdu, güneş bulutların arkasından çıkmaya çalışıyordu. Sanki iki göz bana bakıyordu, ATAM'ın gözleriydi onlar, bana bakıyorlardı..


İçim buruk ayrıldım gökyüzüne bakarak, bir daha geleceğime söz vererek..

Hava soğuk, taksiye atlayıp Kızılay'a varıyoruz. Ankara'da bütün yollar Kızılay'a çıkıyor zaten! Soğuk kötü yüzünü göstermeye başlıyor, bildiğin donuyorum ben! Oraya mı gitseydik, nerede yeseydik, o arkada kaldı, şu sıcak değildir falan fişman derken sağ el donmaya başladı, kangren gibi ilerliyor illet. Arkamda Kızılay AVM. AVM'ye girmem diye artizleniyorken kendimi bir hışımla oraya koşarken buldum, o nasıl bir donmaksa artık! Isınmam biraz zaman aldı. O esnada yemek katındaki Ay'da Cafeyi bulduk. 

 

Bir de manzaralı ki sorma! Baktım menüsü tam benlik. Atıştırmalık Tabağı ile Tavuklu Quasedilla aldık. Quasedilla daha ziyade sacda yanmış gözleme gibiydi ama olsun, Ankara'da anca bu kadar :) En azından sunumları keyifliydi. Ben hayati tehlikeyi atlatıp karnım da doyunca hemen gözüm açıldı tabii, yine atraksiyon peşine düştüm. Hatıra kalsın diye müzik markete gidip CDlere baktım ama kafama göre bir albüm bulamadım :( Ne yapaydım, ıp cıks zıp dıcks albümlerden mi alaydım :( 
Ankara sokaklarında da müzik yapan gençler var, ben bu olayı çok seviyorum :)

 
Şarkı söyleyen sokakları severim :) Ama evde beni bekleyen bir kafile olduğu için çok da oyalanmadım :)
Neyse yine raylı sisteme kurban sağ salim döndüm eve. Bizim ihtiyar heyeti geyik sofrasını kurmuş beni bekliyor. 2 fotoğraf 3 video çektim üç beş bardak çay doldurdum, 3 elma 2 portakal soydum, başucuma koydum ama yalan uydurmadım bak :) Maksat herkesin gönlü olsun :)

Son günümüzde mekan keşfi yapamadım acaba nereye gitsem de ne yesem diye manasız bir hayale kapıldım. Ama yine gümbür gümbür kahvaltımızı ettikten sonra şeker mi şeker ev sahibemiz, "Bugün sakın dışarıda karnınızı doyurmayın, size pide yaptırıcaz, misler gibi ev pidesi." deyince benim hayaller suya düştü tabii. Annemle el ele tutuştuk ve yollara düştük. İlk hedefimiz Sıhhiye, ileri! Sol tarafta Ankara Adliyesi, sağ tarafta Ankara Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi! Sağ arada Türk Tarih Kurumu, onun karşısında bir grup hastane.. Ee kolay mı burası Sıhhiye!


Şimdi burada bir parantez açıp hayatımda sadece Ankara'da rastladığım garip bir olaydan bahsedeceğim. Yolda yürürken bi baktım yerde pek çok kartvizit var. Yürümeye devam ediyorum diğer taraftan da kartvizitleri okumaya çalışıyorum. Efendim Didemler mi dersiniz, Ayçalar mı dersiniz, bilimum eskort hatun resimleri ve isimleri. Allah Allah dedim bu kartvizitleri basanlar neyin kafasını yaşıyorlar? 4 gün boyunca bu kartları göre göre acaba bi arasam mı, ayıp oluyo böyle kızlara karşı diye düşündüm :) Hadi biz neyse de evli barklı adamları yoldan çıkarır bu kartlar. Annem sordu bunlar ne diye, anlattım durumu, kadın bir daha yere bakmadı günaha girmeyeyim diye :) Instagramda fotoğraf paylaşıp #ankara yazdım, iki dakika içinde ankaraeskortbayan diye bir hesap takip etmeye başladı beni. Ankara, iyisin güzelsin ama adını lekeliyorlar, dikkat et :(

Amacımızdan sapmadan Etnoğrafya Müzesine ulaştık. Anadolu kültürünü eski yıllardan bugünlere gelen tarihi objelerle, düğün, sünnet gibi konseptlerle organize ederek sergileyen bir müze. 

 
Bizim için en önemli özelliği Atamızın kabri yapılana kadar naaşının burada kalmış olmasıdır. Hatırlayacanığınız üzere 19 Kasım 1938 günü Dolmabahçe'den alınarak, önce Yavuz zırhlısına, sonra da Haydarpaşa'dan trene nakledilmişti. Tabut, buradan Büyük Millet Meclisi önündeki katafalkla taşınmış, 21 Kasım 1938 de Ankara Etnografya Müzesi büyük salonundaki geçici kabir konmuştu.
Atamızın ölümünden sonra, girişteki büyük salonun, Anıtkabir tamamlanıncaya kadar Geçici Kabir olması düşünülmüş, Atamızın kurşunlu tabutu ise beyaz mermerlerle bir set yapılmıştı. Bu salon, 10 Kasım 1953 tarihine, yani tabutun Anıtkabir'e nakline kadar 15 yıl süre ile Anıtkabir vazifesi görmüş, devlet başkanları, yerli ve yabancı heyetler ve halk tarafından ziyaret edilmiştir.

 
Tabut kaldırıldıktan sonra, Geçici Kabir yerindeki mermer set üzerine şu kitabe konmuştur. (Burası 10. 11. 1938'den 10. 11. 1953'e kadar yattığı yerdir. )


Etnoğrafya Müzesi'nde Müzekart geçerli. Yetişkinler için de 10 TL alıyorlar. Etnoğrafya Müzesi'nin önünde Atatürk'ün tunçtan heykelini fotoğrafladıktan sonra Hemen yan kısımdaki Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi'ne geçiyoruz. 
 
Wikipedia'dan aldığım bilgilere göre müze Atamızızn direktifleri üzerine Mimar Arif Hikmet Koyunoğlu tarafından projelendirilmiş ve 1927 yılında inşa edilmiş. 1950 yılına kadar Ankara Halkevi olarak hizmet veren bina 1980 yılında müzeye çevrilmiş. 

 
Müzede Türk sanatçılara ait Cumhuriyet öncesinden günümüze kadar tarihlenen resim, heykel, seramik, baskı ve Türk süsleme sanatı eserleri sergileniyor. Şeker Ahmet Paşa, Zekai Paşa, Halil Paşa, Hoca Ali Paşa gibi ressamların resimleri ilk bölümde, İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Namık İsmail gibi sanatçıların eserleri ise Cumhuriyet Dönemi ürünlerinin sergilendiği ikinci bölümde yer alıyor. Çok kıymetli sanatçılarımızın dünya üzerindeki sanatsal akımlardan etkilenmesine göre şekil ve üslup değiştiren eserleri sizde bir zaman tüneli hissi yaratıyor. Ankara'ya gittiyseniz muhakkak bu müzeleri gezin derim.


Anneciğim onca yaşına rağmen hiç ses etmeden benimle bütün salonları dolaştı ve bir kere bile yoruldum demedi. Utanın ey genç arkadaşlarım! Üşengeç tiplerseniz bile gezmekten yorulmayın! 
Birbirinizi yıpratmaktan, karşınızdakinin canını sıkmaktan, bit kadar dertlerinizi deve kadar büyütmekten, kasım kasım kasılıp, kınım kınım kınamaktan, pozitif enerjili insanların duygu ve düşüncelerini "sihirli değneğinizle" anında negatif bir hale getirmekten, hoşgörüsüzlükten, tahammülsüzlükten, ölesiye kıskanmaktan, hata aramaktan, hiç bir işe yaramamaktan yorulun! 
Hatta bu dediklerimi yapanların üzerlerine kibritsuyu döküp yakalım! 
Yahut yok yok, sevelim onları biraz. İşte bunlar hep sevgisizlik! 
Ayşe Hanım ipek gibi cildine laf eder miydi acaba kocası da ona azıcık iltifat etse? 
Yahut Mehmet Bey hatanızı müdürün gözüne sokar mıydı eşi akşam kendisinden istediği revaniyi yapmış olsa? 
Ve yaşlı ama yaşlılığını kabullenememiş buruşuk dudaklarına kırmızı ruju sürüp etrafa küçümser gözlerle bakan, kim ne dese saldırıya geçen Nişantaşılı bayan böyle olur muydu eşi onu daha genç ve güzel bir kadın için terketmese? 
Bilmiyorum canlar. Ama biraz düşünmek gerek bu söylediklerimin üzerine..

Dönüş yolunda artık tüm ikazları göz ardı ederek simitçinin önünde durdum ve bir değil, evet yanlış duymadınız tam iki adet Ankara Simidini gümlettim :) İstanbul Simidine göre daha ince ve daha gevrek. Susam miktarı da daha az. Ama pekmeze bularken masraftan kaçınmamış, güzel bulamışlar :) Ben sevdim doğrusu :) Ve annemle birbirimize söz verdik bu simit vukuatımızı sonsuza dek bir sır olarak içimizde saklayacağımıza :) (Sır da bu arada güme gitti :)

Eve vardık, baktık bizi görmek için misafirler gelmiş Ankara'nın nispeten uzak bir ilçesinden. Konu bir şekilde döndü dolaştı Ankara Simidine geldi. Ben simidi az evvel yediğimi afişe etmeden beğendiğimi söyledim. Teyzeyle amca demesin mi "Biz İstanbul Simidini daha çok beğeniyoruz." diye! Hoppaaa, biz onca Ankara'yı övüp yüceltiyoruz, Ankaralıların aklı İstanbul'da :) Demek ki gerçekten Ankara'nın en güzel yanı İstanbul'a dönüşüymüş :)

Açıkçası 4 gün bana yetmedi Ankara'da. Bir dahakine Anıtkabir'i ziyarete ek olarak mekan keşfi için gitmeyi düşünüyorum. İstanbul'da onca mekan varken neden Ankara diye soracak olursanız ben bütün şehirleri gezip görmeyi seviyorum. Bir şehri gezebildim diyebilmek için müzelerine gitmeli, restoranlarında yemek yemeli, kafelerinde oturmalı, tarihi yapılarını ziyaret etmeli, sanatsal faaliyetlere katılmalı, sokaklarını arşınlamalı, toplu ulaşım araçlarını kullanıp gözlem yapmalı.. 

 
Ve bol bol fotoğraf çekmeli. Benim gibi:) Daha yapılacak çok şey var Ankara'da Türkiye'de ve dünyada. Oturduğun yerden akıp giden insanları seyretmek yerine çok kıymetli kaidelerinizi kaldırın ve hayatı yaşayın! 

Bakın Ankara Kedileri ne de güzel geziniyor "fellik fellik". Bildiğin "lıkkıdı lıkkıdı" geziniyorlar :) Önceki hayatımda Ankara Kedisi miydim acaba :) (Reankarnik kıpraşmalar:)

 

Bu safım da camdaki yansımama bakıyor. Ne Ankara Kedisi bu bildiğin tekir kedi yahuu, yani her yerde olandan! Annemle Sevim Teyze bile görünüyor! Benim gezme tutkum yüzünden az kalsın 2 bayan donarak can veriyordu :) Onlara bol bol atkı aldım, ceplerine sevimli eldivenler sakladım, gezimizi daha heyecanlı ve canlı tutabilmek için :) 


Yok bu kedilerin hepsi gezmiyor. Bu bildiğin saltanat kedisi! Keyf-ü sefa yapıyor. Ohh arkadan gramofon çalsın bu yavrum yumak givi kıvrılıp otursun! Acaba bu sahici Ankara Kedisi mi? Varın siz koyun teşhisi. Mübarek Van Kedisi değil ki gözüne bakıp anlayayım. Ya tamam verin ordan bana bi teşhis anahtarı, ben halledicem bu işi :)

Yerinizde miskin miskin oturmayın arkadaşlarım. Gezip görün, farklı lezzetler tanıyıp, farklı insanlarla tanışın. Hayatın tadını çıkarın!
Neden mi?

 
Çünkü hayat yiyince, gezince, gülünce güzel !
Kalın sağlıcakla, afiyetle..
Eyvallah..

Nilgün Sultan KARAKAŞ


4 yorum:

  1. Ankara'nın Dikmeni, bir daha gelirsen çok gez e mi :) Bi çok kez gittim Angara'ya lakin bu kadar gezemedim. Sayende gezmiş oldum, sonra tembellik yapmayın diyorsun :D Ben tembelliğe devam edeyim, nasılsa Ninü var :)) Sadece ATA için tembellik yapmam, her gittiğim mutlaka ziyaret ederim.
    Eline , gözüne ve ayağına sağlık.

    YanıtlaSil
  2. Amacım size gezmişsiniz hissi vermek zaten :) Tam yerine rast geldi, manzara koyun çocuklar :) Kapsamlı ve içten yorumun ićin teşekkür ederim. Sevgiler..

    YanıtlaSil
  3. İki şehri de çok severim, Ankara'dan mezun olmanın gururu da var :) Ata havasıyla okuduk yahu :)

    YanıtlaSil
  4. Üniversiteyi okuduğum şehir olan Erzurum'a ben de aynı sempatiyi duyuyorum :) İstanbul'u çok seviyorum, Ankara'yı da sevdim. İş ki insan olumlu taraflarından baksın şehirlerin..

    YanıtlaSil